Artık kollektif zeka ve işbirliği zamanı / Hakan Döngel

Petabaytlar seviyesinde veri üretilen bu günlerde, insanlık tarihinin görmediği kadar büyük miktarda yeni bilgi ile karşı karşıyayız. Bilgi herkes tarafından üretiliyor (bakınız: citizen science), teknoloji, dijitalleşme ve nesnelerin interneti ile muazzam algoritmalar oluşturuluyor. Bizler de bu bilginin birer parçalarıyız hatta aktörleriyiz. Ellerimizdeki telefonlar, yaptığımız her hareketi kaydediyor, profilimizle eşleştiriyor ve bunlar tıpkı beynin nöronları gibi tüm dünya ağında yer alıyor.

Evet, anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanıyoruz. Teknolojinin gelişim hızını, dijitalleşme dönüşümünü, nesnelerin internetinin aslında nelere kadir olduğunu, karanlık fabrikalar ve 4. sanayi devrimini bilmek, anlamak ve içinde olmak zorundayız. Çünkü biz bunların hepsinin içindeyiz, parçasıyız, aktörleriyiz. Ancak tüm bu dönüşümü, var olan kalıp yargılarımızla, eski teori ve modellerimizle de anlamamız imkansız.

Hal böyle olunca, dönüşümün aktörleri olan insanı ve toplumu da açıklamakta zorlanıyoruz. Tüm dönüşümü anlayabilmek için bilimsel paradigmalar da kökten değişiyor. Zaten bilim sabit kalsaydı, dogmalarla yaşıyor olurduk. Bizler, Giardano Bruno’nun Engizisyon idamından yüzyıllarca sonra gelmiş türleriz.

Bu yazı ile yaşadığımız çağı nasıl anlayabileceğimize dair bir denemedir. Konu çok geniş olsa da, özellikle veri oluşturmanın nasıl dönüştüğünü 3 başlıkta özetlemeye çalıştım. Bunlar;

1.      Büyük Teorilerin / Modellerin çöküşü

Google araştırma direktörü Peter Norvig, “Tüm modeller yanlıştır ve giderek onlarsız da başarabileceğinizi göreceksiniz” demekte. Chris Anderson ise, “Olağanüstü büyüklükte veri ile karşılaşınca, bilimin bu yaklaşımı-hipotez oluşturmak, modellemek, test etmek- demode olmaktadır”.

Neden böyle düşünüyorlar? Çünkü, içinde olduğumuz çağ, sonsuz sayıda veri, bir o kadar çok veriler arası etkileşimi sunmakta. Bu muazzam dönüşüm ve büyüklüğü, eski okul teoriler bize anlatamıyor. Bunun yerine, çözüm nedir diye kafa yorduğumuzda, cevabı “Grounded” teori vermektedir. (1965’de Barney Glaser ve Anselm Strauss’un sunduğu bu yaklaşımın Türkçe adı konunda hala mutabakat olmadı). Bu yaklaşımı özetlersek; “parçalar halindeki verilerden yola çıkarak, parçaları birleştirerek, veri analizleri ile teori inşa edilir.” Biz buna kısaca tümevarım diyoruz. Yani problem baştan belirlenmez. Çünkü çoğu zaman tanımladığımız problem; zihnimiz ve kalıp yargılarımızla sınırlıdır.

Diğer bir deyişle, sadece belirli hipotezler kurma ile bunları test etme devri; yerini parçalardan bütüne gitmeye çalışan ve parçaların etkileşimleri çözme odaklı yeni paradigmalara bıraktı.

Bu nedenle yeni çağın şirketleri eski modellerle yetinmiyorlar. Çünkü eskinin ansiklopedileri, sınıflayıcı bilgiler yeni çağı açıklayamıyor.

“Petabayt Çağı farklı çünkü daha fazlası farklı. Kilobaytlar disketlerde saklanırdı. Megabaytlar ise sabit disklerde. Terabaytlar disk dizilerinde saklandı. Petabaytlar ise bulutta saklanıyor. İlerleme boyunca hareket ettiğimizde, klasör analojisinden dosya dolapları analojisine oradan da kütüphaneye gittik. Petabaytlara geldiğimizde ise örgütsel analojilerimiz tükendi. Petabayt boyutunda, bilgi üç ya da dört boyutlu bir sınıflandırılmış hiyerarşinin konusu değildir. Boyutsal olarak bilinemez bir istatistik yapı sergiler.” Chris Anderson  

2.      Kullanıcı / İnsan odaklı yaklaşımlar

İş dünyası da tüm dönüşümü anlamak, içinde yer almak, iş süreçlerini yeniden tanımlamakla uğraşıyor. Yani onların da dünyaya bakışları ve anlam üretmeleri değişiyor. Artık yeni nesil şirketler, tüm iş yapış süreçlerine tasarım odaklı düşünce sistematiğini oturttu. Dünyanın en başarılı şirketlerinin iş süreçlerine bakın, tasarım odaklı düşünceyi (design thinking) göreceksiniz. Airbnb, Netflix, Apple, IKEA bunlardan bazıları.

Özetle gelinen yeni iş yapış süreçleri “katılımcı paradigma” üzerine kuruludur. Bu yaklaşım ile tanımlanan problem, konu ya da buluş fikrinden yola çıkmak yerine, kullanıcı odaklı (user experience) olmak direksiyona oturdu. 1960’larda Herbert Simon tarafından açıklanan “katılımcı tasarım”, insanı nesneleştirmek yerine özneleştirdi. Yani bilimin hiyerarşisini kırdı, insanı / kullanıcıyı merkeze aldı. Aslında yaptıkları, parçaları ve ilişkileri anlamaya çalışmak; böylece doğru çözümlere ulaşma gayreti. Bu sayede inovasyon, dönüşüm, değişim mümkün olmakta. İşte 1997 sonrası Apple’da Steve Jobs ile uygulanan yöntem, tasarım odaklı düşünmedir.

1997 sonrası Apple başarısına baktığımızda, S. Jobs’un tasarım odaklı düşünmeyi tüm süreçlerin merkezine koyduğunu görüyoruz.

Konuya tekrar bilimsel taraftan ele alırsak; eskiden bilim insanları vardı, onlar “bilenler”di. Ellerinde ölçekler, modeller, teoriler vardı, hatta bunlar küreseldi. Bu ölçekler Gana’da, Çin’de, Türkiye’de, kısaca dünyanın her yerinde çalışırdı. Her sorunu baştan tanımlar, elimizde ölçeklerle de çözüm arardık. Oysa yeni paradigma, insanı hak ettiği konuma çekerek, “nesne-denek” olmaktan “özne” olmaya taşımaktadır. Önerdiği yöntemler standart ölçekler yerine, anlam / bağlam / deneyim etrafında şekillendirmektedir.

Sosyal bilimlerden iş dünyasına akan bilgiler ise, bu noktada bulunmaz hint kumaşı oldu. İnsanı merkeze alıp, onunla beraber düşünmenin “tasarım araçları” olan etnografi, gözlem, semantik analiz ve daha birçok tekniğin altın çağı böylece başlamış oldu. Unutulmasın ki bu teknikler aslında “tasarım araçları”dır, hemen ucuzlatıp kolaya kaçmamak gerekir. Bunların ne kadar yanlış ve bilinçsiz yapıldığı da başka bir yazı konusu olmalı. Örneğin, katılımcı paradigmaya oturmayan, sadece bir etnografi çalışması da sizi doğruya götürmeyecektir.

3.      Araştırma yaklaşımlarının kökten dönüşümü

Peki tüm bunların araştırma sektörüne yansıması nasıl gelişiyor? Emin olun büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Çünkü ölç, kontrol et, yönet devrinin çoktan kapandığını; bunun yerine dinle, anla, işbirliği yap, anlayışının merkeze alındığını görmek zorundayız.

Bunu idrak ettiğinizde, birinin brif verip, diğerinin de deneklerden standart ölçeklerle, çoğu zaman nicel anketlerle ya da yetersiz nitel tekniklerle veri toplaması zaten hatalı oluyor.

Bu konuya minik bir parantez açarsak;

  • Ortada petabaytlarla ifade edilen büyük veri zaten var ve her saniye üretilmeye devam ediliyor.
  • Yöntemsel olarak anketler, Kahneman’ın deyimiyle Sistem 2‘den yalanları size toplayıp getiriyor.
  • Büyük veriye erişilemediği noktada uygulanacak teknikler de değişti.
  • Uygulanan birçok nitel teknik, eski paradigmalarla ve sistematik analizden uzak, sübjektif usullerle yürütülmektedir. 

Araştırma nosyonunun evrimleştiği nokta, silolardan, büyük teorilerden kurtulup; tümevarımcı insan odaklı yeni düşünme yapısına gitmesidir. Bu yeni paradigma; dünyayı etkileşimlerle anlayan, işbirliği (collaboration) modelini baz edinen, önceden kurgulanmış, dayatmacı ölçekler-modeller yerine; verilerden yola çıkarak onları anlamlandıran usuldedir. Anket yaparak insanı “nesneleştirmek” yerine, tüm aktörlerin bir arada olduğu, deneklerin aslında özne olduğu, etkileşimsel bir süreçtir.

Peki, anlam nasıl üretilir? İnsanı ve etkileşimleri anlamak demek, davranışa değil deneyime bakmak demektir. Deneyimin içinde seçimler, eylem ve anlamlandırma vardır. Deneyimlerin toplandığı küme ise sosyal bağlam (social context) içinde ele alınır. Toplum dediğimiz olgu ise, masa gibi sert / değişmez ve etrafı belli bir nesne değildir. Toplumlar, içindeki aktörler ile sürekli inşa edilen jölemsi yapılardır.

Weber davranışa değil eyleme odaklanırken, sosyoloji ve eylem tanımını şöyle ifade eder: “Sosyal eylemin gerek yerine getirilmesinin gerek etkilerinin nedensel açıklamasını vermek amacıyla, sosyal eylemin yorumlayıcı anlaşılmasına yönelen bir bilimdir. Eylem sosyaldir zira eylemde bulunan birey (veya bireyler) ona öznel bir anlam yakıştırırlar ve başkalarının davranışını dikkate alırlar.”

İşte tasarım odaklı düşünme tam da bunları anlayan bir yaklaşımdır. Merkeze insanı ve etkileşimi alır. Empati aşamasından başlayarak konuyu insanlarla beraber tanımlar. Tanım geliştikçe bilgi derinleşir ve idrak etme (ideation) süreci yürütülür. Sorasında ise çözümlere “prototipler” yoluyla yaklaşılır ve bunlar test edilir. Bu süreç, tekrar edilmek suretiyle kurumlarda bir kültüre dönüşür. Inovasyon böyle yürütülür, şirketler, markalar yeni dünyayı böyle anlayabilirler.

Biz bu serüvene başladık, hayatın ağı, nesnelerin interneti, inovasyon, dijital dönüşüm gibi kavramları ele alıyoruz; çoklu-disiplin ile düşünüyoruz. Sizlere deneyimlerimizi aktarmak yerine; sizlerle beraber düşünmek ve üretmek isteriz. Artık kollektif zeka ve işbirliği zamanı.

 

Hakan Döngel